‘İstiklal Marşı’nı Akif’in yazmasının bence iki sebebi var, biri büyük şairliği, diğeri Milli Mücadele ruhunun bütün mükemmelliğiyle onun kalbinde ve zihninde tecessüm etmiş olmasıdır. Bu vasfı olmasaydı, İstiklal Marşı’nı yazmaya şairlik kabiliyeti yetmezdi.
Milli Mücadele yıllarında, şiirleri en çok yayınlanan, cephelerde en çok okunan, marş olarak bestelenip icra edilen şair de oydu.
Kendi yurdunda isminin anılmadığı bir dönemde, Montrö Sözleşmesi’nin imzalandığını, Mehmetçiğin Boğazlar’da mevzilendiğini haber veren Cumhuriyet gazetesi, Âkif’in Çanakkale Şehitleri’nden uzun bir bölüm yayınlamıştı. (20 Temmuz 1936)
Büyük Âkif vatanına döneli bir ay olmuş, hasta yatağında yatıyordu. Muhakkak memnun olmuştur, Montrö’nün kendisini akıllara getirmesinden.
Âkif’in şiir ve iman vasıflarının yanında, yüksek seviyede bir vasfı daha vardır: İstibdat aleyhtarlığı ve hürriyet taraftarlığı.
Evvela dönemin büyüklerine sitayiş-i hazret-i padişahi türü övgüler yazmak kadim bir gelenekti. Âkif yaşadığı devirlerin hiçbirinde muktedirlere övgü şiiri yazmadı.
Âkif’in Acem Şahı şiiri tam bir despotizm eleştirisidir…
“Ey mülevves istibdat” hitabıyla zihinlere yerleşen şiirinde “şevket-meab efendimizin bendeleri”ni eleştirir. İstibdat, bugünkü terimle otoriter rejimlerin yetiştirdiği insan tipinin en veciz tanımını Âkif yapmıştır:
Zulme tapmak, adli tepmek, hakka hiç aldırmamak
Kendi âsudeyse dünya yansa baş kaldırmamak
Ahdi nakzetmek, yalan sözden tehaşi etmemek
Kuvvetin meddahı olmak, aczi hiç söyletmemek
Âkif’in “zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem” diye başlayan şiiri birçok kimsenin ezberindedir. Âkif, hayatını da böyle yaşamış, gördüğü çok farklı devirlerin hiç birinde “gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövmeye” tenezzül etmemiştir.