Eğer normal bir demokratik sistemde yaşıyor olsaydık, bu olup bitenlerin sözünü etmeye bile gerek duymazdık. Ama ne yapalım ki bizim ülkemiz, hukukun üzerine yoğun siyaset gölgesinin düştüğü ‘yarı vesayet’ rejimi olarak tanımlayabileceğimiz bir sistemle yönetiliyor.
Her şeye rağmen normalleşme ve toplumsal barışın sağlanması adına atılacak her adımı, kendi adıma taktirle karşılıyorum. Ama bu kavramlardan öylesine uzaklaştık ki iktidar ve ortaklarının bu yönde attıkları her adıma biraz ihtiyatla yaklaşmak zorunda kalıyoruz.
Öyle anlaşılıyor ki iktidarın, en azından şimdilik görüntü olarak bile olsa ‘normalleşme’ ve barış iklimine ihtiyacı var. Dahası Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın yeniden aday olabilmesi için anayasa değişikliği ya da erken seçim konusunda Meclis’te 360 sayısını bulması gerekiyor. Dolayısıyla DEM’e uzatılan eli bu ihtiyaç çerçevesinde değerlendirmekte yarar var.
Doğal olarak iktidar partisi ve ortaklarının parlamento içinde bu tür atraksiyonlar yapmasının bir mahzuru yok. Başka bir iktidar da olsa benzer hamleler yapabilirdi.
Ancak Türkiye’nin ‘normalleşme’yi ve toplumsal barışı sağlayabilmesinin önünde, aşılması hiç de kolay olmayan başka engeller var. Yani AK Parti ve MHP’nin ‘haydi hep birlikte normalleşelim’ demesiyle olacak bir şey değil.
Cümleleri hiç eğip bükmeden lafın ortasından söylemek gerekirse, bugün yaşadığımız gerilim ve kutuplaşmanın öncelikli sorumlusu mevcut iktidardır ve aynı zamanda MHP’dir. Cumhur İttifakı’nın, bugüne kadar muhalefete ve özellikle de DEM partililere söylediklerinin bir dökümünü yapsak, herhalde bu ülkede siyaset dilinin normalleşmesinin ve de barış ikliminin oluşmasının neden imkansız olduğunu daha iyi anlarız. Eğer arşivler yalan söylemiyorsa, bildiğimiz kadarıyla DEM’in kapatılmasını ve vekillerinin maaşlarının kesilmesini MHP istemişti.
Eğer ‘el uzatma’ meselesi bir fanteziden ibaret değilse, Cumhur İttifakı’nın, dün ‘terör uzantısı’ olarak gördüğü DEM’le görüşen muhalefet partilerini bile ‘terör destekçisi’ gibi suçlamaktan vazgeçip bugün meşru bir parti olarak değerlendirme noktasına gelmesi elbette önemli. Ancak küçük bir ayrıntıya dikkat çekmekte de yarar var. DEM dün nerede duruyorsa, bugün de aynı noktada duruyor, Bahçeli de bu durumu okuyabilecek bir öngörüye sahip olduğuna göre, o ‘el uzatma’yı nasıl okumamız gerekiyor? Mesela 8 yıldır cezaevinde bulunan Selahattin Demirtaş bu yumuşama ikliminin neresinde bulunuyor?
Henüz erken belki ama muhtemelen bu Bahçeli-DEM fotoğrafının şifrelerini çok uzak olmayan bir zamanda çözme imkanına kavuşacağız…
Kuşkusuz bu ülkede normalleşmenin önündeki engeller, sadece Kürtlere uygulanan yasaklarla sınırlı değil, Türkler de aynı yasaklardan nasibini alıyor…
Önümüzde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’na siyasi yasak getirmeye ayarlı patlamaya hazır bir bomba duruyor mesela… İmamoğlu’na ‘ahmak’ kelimesi yüzünden birinci derece mahkemede siyasi yasağı da kapsayan 2 yıl 7 ay 15’lük ceza verilmişti. Dava şu anda istinafta bekliyor, muhtemelen önümüzdeki günlerde karara bağlanacak. Eğer ceza onanırsa, işte o zaman tam normalleşeceğiz!
Ama durmak lok yasaklara devam… Halkın oylarıyla seçilen TİP Milletvekili Can Atalay’ın Anayasa Mahkemesi’nin ‘hak ihlali’ kararına rağmen, Meclis’e sokulmayarak haklarının gasp edildiği bir Türkiye’de nasıl bir normalleşme hayali kuracağız doğrusu anlamak mümkün değil. Aynı şekilde Osman Kavala ve arkadaşları da AİHM’nin ‘derhal serbest bırakın’ kararına rağmen yasakçı zihniyetin kurbanı olmaya devam ediyorlar.
Böylesine umutsuz bir tablo ortadayken bile bıkmadan usanmadan, yeter ki Türkiye kazansın diye iktidarın normalleşme ve barış söylemlerinin bir fantezi olduğunu bile bile inadına destek veriyorum.
Biliyorum ki bu kez de yine aynı senaryo tekrar edecek ve kutuplaşmayı azaltıp kardeşliği zenginleştirecek sahici adımlar atılmayacak. Ama unutmamamız gereken bir gerçek var ki hukuku normalleştirmeden siyaseti de hayatı da normalleştiremeyiz…