Prof. Dr. Ali Bardakoğlu: ‘Müslümanlıkta itaat kadar, itiraz ve isyan ahlakı da önemlidir’

Prof. Dr. Ali Bardakoğlu: ‘Müslümanlıkta itaat kadar, itiraz ve isyan ahlakı da önemlidir’

‘İslam devleti’ kavramı, tarihsel ve olgusal olarak ne ifade ediyor ve neye karşılık geliyor?

Burada önemli ve kilit nokta, İslam kelimesini nasıl kullandığımızla alâkalı. İslam kelimesi bazen dinin kendisini, bazen tarihini, bazen de Müslümanları veya Müslümanların kültürlerine ait bir tecrübeyi ifade edebiliyor. Din olarak İslam Kur’an’la geldi, Hz. Peygamber’e vahiyle başladı ve Peygamber’in vefatıyla Allah din olarak söyleyeceklerini tamamladı. Peygamberimiz de yirmiüç yıllık nübüvvet döneminde gereken rehberliği ve açıklamaları yaptı. Artık bundan sonra Müslümanların tarihi başladı. Bu yüzden Hz. Peygamber’den sonraki dönemi, Müslümanların tarihsel tecrübesi olarak görmek gerekir. Bu din kıyamete kadar devam edeceğine göre bu tarihsel tecrübe de farklı coğrafyalarda, farklı farklı şekil, renk ve tonlarda da olsa kıyamete kadar devam edecek demektir. Hal böyle olunca, Müslümanların gerek Raşid Halifeler döneminde, gerek Emevîler, Abbasîler, Fâtımîler, Memlükler, Selçuklular, Osmanlılar döneminde kurdukları devletler, oluşan siyasal yapılar tamamen tarihsel tecrübeye ait gelişmelerdir. Biz bu tecrübe kesitlerine daha çok hanedan ismine atıfla Abbasîler, Selçuklular, Osmanlılar şeklinde özel isimler vermekteyiz. Fakat hepsini birden ifade etmek için modern dönemde ‘İslam devletleri’ denmeye başlandı. İslam mimarisi, İslam sanatları, İslam ekonomisi dendiği gibi…

Diğer alanlardan örnek verelim: Müslümanların ticaret yapma usulleri çağlara göre, bölgelere göre değişiyor. Denizin olduğu yerde deniz ticareti, karanın olduğu yerde kervan ticareti öne çıktı. Ama bunu Müslümanlar yaptı diye biz bu kervan ticaretine ‘İslam ticareti’ demiyoruz. İşin aslı şu: Din evrensel bir mesaj getirir ve o dine inananlar kendi kültürleri, şartları, imkânları çerçevesinde o dini uygulamaya çalışırlar. Bu uygulama artık dine ait değil, insanlara ve yeryüzüne aittir. Böyle olunca ‘İslam devleti’ ve ‘İslam siyaseti’ tabirleri çok ciddi bir algı bozukluğu, bir yanılsama meydana getiriyor. Mesela Emevî’ye ‘bir İslam devleti’ diyoruz ve bu tabir kelime olarak ilk bakışta ‘İslam’ın ilkelerine göre, İslam’ın gereklerine göre kurulmuş bir devlet’ anlamına geliyor. Abbasîlere ‘İslam devleti’ diyoruz. Murâbıtlara ‘İslam devleti’ diyoruz. Müslümanların ticari hayatına ‘İslam ticareti’ diyoruz. Şu veya bu dönemdeki halife, kral, vezirler ve onların yönetim tarzına ‘İslam siyaset teorisi’ diyoruz. Böyle olunca da, İslam kelimesi çok yanlış yerde ve yanlış bir algıyı besleyecek şekilde kullanılıyor.

Sorduğunuz soru bu yaygın ama yanlış algılamaya göre oluştuğu için, onu cevaplayayım: İslam devleti var mıydı?

Hz. Peygamber’in Mekke’de devlet kurmadığını, sadece davet yaptığını, insanları dine davetle başladığını biliyoruz. Medine’de bir şehir/site devleti diyebileceğimiz bir organizasyon oldu ve bunun başında Hz. Peygamber vardı. Ama bu yapı Arap kabile sisteminin daha gelişmiş şekliydi. Medine Sözleşmesiyle taraflar arasında belli bir barış sağlandı. Böylece hem Medine’nin huzurlu bir şehir olması, hem de dışarıdan gelecek saldırılara karşı şehrin birlikte korunması imkânı doğdu. Müslümanlar bir Medine pazarı kurdular, giderek ticari âdetler gelişti, dayanışma arttı. Bedir ve Uhud savaşlarıyla da Müslümanlar birbirine kenetlendi, bugünkü tabiriyle site devleti diyebileceğimiz bir organizasyon ortaya çıktı. Buna İslam’ın gelişinden sonra Müslümanların kurduğu ilk devlet, devlet olma yönündeki ilk teşebbüsler de diyebiliriz. Raşid Halifeler döneminde sınırlar genişledi. Mısır, Suriye, Irak vs. fethedildi. Böyle olunca, daha Hz. Ömer’le birlikte divanlar kurulmaya, fethedilen bölgelere yönetici, vali, âmil, yani hem dini tebliğ edecek hem oraları çekip çevirecek kişiler, oralarda belli vergileri toplayacak kişiler gönderilmeye başlandı. Böylece Dört Halife döneminde devletleşme yönünde önemli adımlar atıldı.

Bu süreç niye böyle yavaş işledi? Çünkü Araplarda devlet tecrübesi ve geleneği yoktu. Araplar kabile halinde yaşıyorlardı ve her kabile bağımsızdı; bir kabilenin diğerini egemenlik altına alması çok zordu. Kabileler arası en büyük mücadele de bu yüzden, bir de geçim sıkıntıları ve ayakta kalma amacıyla oluyordu. Bu sebeple kabileler arasında sık sık yağmacılık ve baskınlar yaşanıyordu. Normal zamanda ise kabileler, kabile başkanı ve aile büyüğünün geleneksel otoritesi altında kendi yağıyla kavruluyordu. Yemen’de kadim devlet geleneği, Irak’ta Sâsânîler, Suriye’de Bizans vardı; Araplar o tecrübeyi az-çok gördüler. Ama bu tip tecrübeler görmekle olmaz, yaşamakla olur. Onun için de Dört Halife döneminde devletleşme yönünde bazı adımlar atıldı. Emevîler, yani Kureyş’in sevk ve idarede isim yapmış bir kolu, Muaviye’den sonra devleti Şam’da tesis ettiler.

Bu oluşumda Emevîlerin Bizans ve Irak tecrübesini görmüş olmalarının da katkısı vardır elbette. Emevî devleti de komşu devletler gibi saltanat sistemiyle işledi. Zaten o dönemde saltanat sistemi dışında bir alternatif pek gerçekçi sayılmaz. Arapların alışkın oldukları usulle bir şehir ve kabile yönetimi olur, ama devlet sistemine geçmişseniz bir kamusal düzen, bir otorite o devirde gerekiyor. Emevîler de Arap milliyetçiliği üzerine, ama katı işleyişi olan bir devlet oluşturdular. Ondan sonra Abbasî ihtilali oldu. Abbasîler Emevîleri alaşağı ettiler ve imparatorluk diyebileceğimiz bir tarzda geniş coğrafyada hüküm sürdüler. Bu da son derece anlaşılabilir bir durumdur. Abbasî imparatorluğunun zayıflamasıyla birlikte küçük küçük devletler oluşmaya başladı. Abbasîlerle beraber Endülüs’te Endülüs Emevî Devleti vardı. Kuzey Afrika’ya İslam yayılınca, o devirde oraları Bağdat’tan yönetme imkânı zayıfladığında oralarda da Bağdat’la irtibatlı, halifeye saygıda kusur etmeyen ama kendi içinde özerk küçük siyasi yapılar oluştu ve zamanla müstakil devletler haline geldiler. Böylece Abbasîlerin devamında Selçuklular, Anadolu Selçukluları ve Osmanlıların devlet tecrübesi yaşandı. Osmanlılar hem İlhanlılardan ve kadim Türk geleneğinden tevarüs ettikleri bir tecrübeyi, hem Bizans tecrübesini, hem de Hicaz ve Abbasîlerden gelen dinî içerikli yönetim düşüncesini harmanladılar; böylece nev’i şahsına münhasır bir yönetim tarzı oluştu.

Şimdi bütün bu tarihî seyre baktığımız vakit, bunların hangisi İslam devleti? Zaten kadim gelenekte bunlara ‘İslam devleti’ denmedi. Osmanlı dediler, Abbasî dediler, Emevîler, Murâbıtlar dediler. İslam devleti kavramı modern bir kavram ve daha çok Batılıların adlandırmasıdır. Batılılar kendi kurdukları devletlere ‘Hıristiyan devleti’ demezler. Romalılar derler, Avusturya Cermen imparatorluğu derler, İspanya krallığı derler. Yani devletler kabileler, etnik gruplar, coğrafyayla falan anılır. Ama İslam dünyasını toptan böyle ifade edebilmek için İslam devleti tabiri ortaya çıktı. Bizim Müslüman toplumlardaki uygulamalara da hep İslam adını verdiler. Mesela İslam toplumunda İslam’ın temel ahlâkî prensiplerini de göz önüne alarak bir hukuk bilgisi, kültürü ve uygulaması oldu; yargılama oldu, suçlar cezalandırıldı, borçlar tahsil edildi, borcunu ödemeyenlere yaptırımlar uygulandı ve Müslümanlar hayatın içinden kurallar ürettiler. Bunun adı o dönemde ‘fıkıh’ idi, ama modern dönemde buna ‘İslam hukuku’ dediler. Biz de bu adlandırmaya uyduk, ‘fıkıh’ ismini terkettik. ‘Kelam’ adını terkedip ‘İslam düşüncesi’ demeye başladık.

Zaten İslam’ın temel ahlakî prensipleri insanoğlunun fıtrî özellikleridir. Yani din bize her zaman adaletli ve merhametli olunuz, yardımlaşınız, borcunuzu ödeyiniz, kuralları uygularken objektif olunuz, ayrım yapmayınız der. Ticaretinizi yaparken dürüst bir tacir olun, aldatmayın der. Bunlar çok evrensel ahlâkî normlardır aynı zamanda. Müslümanlar ticaretlerini yaparken, suçluları yargılayıp cezalandırırken, aile hayatlarında elbette bu ahlâkî prensipleri de gözettiler. Ancak bu alandaki tecrübe ve düşünce birikimine ‘fıkıh’ diyerek çok yerinde bir adlandırma yaptılar. Batılılar ise yeni dönemde buna ‘Islamic law,’ yani ‘İslam hukuku’ adını verdi. Fıkıh, Allah’a, topluma ve kendimize karşı hak ve sorumluklarımızı, toplumsal hayatta uyulması gereken kuralları bilme ilminin adıydı; Müslümanların yaşadığı hayatla iç içe doğdu ve gelişti. Bu İslam’ın değil, Müslümanların hukuk bilgi ve tecrübesi idi. Statik bir öğretiyi değil, dinamik bir süreci anlatıyordu.

Günümüzde İslam kelimesinin uluorta, rastgele kullanılmaya başlandığını görüyoruz: İslami pop, İslam mimarisi, İslam sanatı, İslam estetiği, İslami siyaset, İslam ekonomisi, İslam parası/dinarı, İslami kıyafet, İslami defile, İslam olimpiyatı ve daha neler. Demek ki biz İslam ve Kur’an kelimesini kullanmakta çok mütesâhiliz, çok gevşeğiz, çok özensiz davranıyoruz.

İslam devleti tabirine dönersek; Müslümanların tarih boyunca kurduğu devletlerin her birinde farklı bir tecrübeyi görüyoruz. Mesela çok katı krallıklar, monarşiler var, daha meşrutî yönetimler var. Bu biraz da halifenin, sultanın, padişahın sevk ve idare anlayışına, kişiliğine bağlı, o günkü şartlara bağlı. Peki biz bu tarihsel tecrübe çeşitliliğinin hangisine ‘İslam siyaseti’ diyeceğiz? Yapılan iş, bunların arasından bugünkü anlayış ve beklentimize uygun olanları çekip almak ve onları, yani kendi yaptığımız seçkiyi ‘İslam siyaset teorisi’ diye adlandırmak oldu. Sözün özeti, Hulefa-i Râşidînden itibaren envâiçeşit siyasi yönetim tarzları var ve her biri farklı bir tecrübeyi yansıtır. Bu da çok anlaşılabilir bir durumdur. Mesela Abbasîler zamanında İslam âlimleri devlet yönetimine dair kitaplar yazdılar. Peki neye göre? Tabii ki gördüğü örnekler, yaşadığı olaylar ve o günkü sisteme göre yazdılar bunları. Satır aralarına beklentilerini de yerleştirdiler. “Padişah karar verirken istişare eder, vergileri toplarken adil olur, haksızlıkları önler. Padişahın/halifenin yanında vezirleri olur, vezirler emaneti ehline verir, kadı adaletle karar verir, yargılarken taraflara eşit davranır” şeklinde ahlakî, insanî, olması gerekene dair kayıtlar düştüler. Mesela Mâverdî el-Ahkâmu’s-Sultâniyye’yi yazdı; biraz olup biteni resmetti, biraz da gerekli nasihat ve yönlendirmelerini dile getirdi. Ebu Yusuf Kitâbü’l-Harac’ı yazdı ve vergileri şöyle toplamak lazım, vergide adaletli olmak, zor durumda olanların üzerine vergiyle gitmemek lazım dedi. Şimdi biz bunlara İslam vergi sistemi mi diyeceğiz? İslam yargı sistemi mi diyeceğiz?

Exit mobile version