Oysa yalnızca iki farkı yaklaşım, iki ayrı değerlendirme var ortada. Hainlik, düşmanlık falan yok. İki farklı bakış açısı var. Bir de bu ikisinin ortası var. Çünkü her iki karşıt yaklaşımın da kendince haklı olduğu yanlar olabilir. Farklı yaklaşımlar hainlik, işbirlikçilik, uşaklık olmak zorunda değil.
Türkiye’nin 2011 hengamesinde Suriye iç savaşına müdahil olma şeklinin hatalı olduğunu düşünenlerdendim. O zaman bu görüşümü çeşitli vesilelerle yazdım, söyledim. Bir kesim bu yüzden beni -ve benim gibi düşünen başka kimi arkadaşları- “Suriye Devrimine” düşmanlık etmekle suçladı. Hatta hükümete bizlerin yazı yazmamızı engellemesi için çağrı yapanlar bile oldu.
Aslında o günkü hükümet de başlangıçta bizden çok farklı düşünmüyordu. Söz gelimi dönemin Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun Esad’la saatler süren ikna görüşmeleri başka bir anlama geliyor olamaz. Zaten Ankara’nın orijinal politikası komşu ülkenin rejiminin normalleşmesi ve Türkiye üzerinden dünyaya açılması değil miydi?
Ancak Körfez ülkelerinin Ankara üzerindeki şiddetli tazyikleri ve ABD’nin belli belirsiz ümit vermesi sebebiyle bir politika değişikliğine gidildi. Siyasi iktidar bunun gerekçesini “Esad’ın silahsız protestocu grupların üzerine ateş açtırıp kendi vatandaşlarına karşı savaş başlatmış olması” diye açıkladı.
Haksız bir gerekçe değildi bu ama protestoculara ateş açılmasından neredeyse dört ay geçtikten sonra Şam’daki altı saatlik görüşme gerçekleşecekti. Türkiye elbette o tarihe kadar da olup bitenleri kenardan seyretmemiş, süreç boyunca Esad’ı kendi halkıyla savaşmaktan vaz geçirmek için uğraşmıştı. Ne var ki İran ve Rusya, tam aksine, Beşşar’ı “iktidarını ancak şiddet kullanarak koruyabileceğine” inandırmak için çabalıyorlardı.
Davutoğlu, 9 Ağustos görüşmesinde muhatabına sokaklardaki protestocu grupların evlerine dönmesini temin etme yolunun şiddet uygulamak değil, seçim sandığını ortaya koymak olduğunu söyledi. Bunun için Türkiye’nin elinden geleni yapacağını, Suriye’nin demokratikleşme ve dünyaya açılma hamlelerine destek vermeye devam edileceğini bildirdi.
Muhtemelen bunun için artık geç olduğunu düşünen Esad’ın nihai kararını ise iki gelişme belirledi: Davutoğlu daha Şam’a varmadan saatler önce Suudi Arabistan, Kuveyt ve Bahreyn ülkedeki büyükelçilerini geri çağırmıştı. Türk Dışişleri Bakanı Şam’daki cumhurbaşkanlığı sarayından çıkarken İran Büyükelçisi Esad’ın ofisine giriyordu.
Körfez’in mesajı dolaylı savaş ilanıydı. Suriye’nin demokratikleşmesi gibi bir arzuları bulunmayan bu ülkelerin doğrudan müdahalesiyle silahlı eylemcilere dönüşmüş bulunan “sokaktaki protestocuların” evlerine dönmelerini sağlamak artık çok zordu.
Ankara ne yapacağına karar verecekti şimdi. İç savaşa engel olma çabası sonuç vermemişti. Bu durumda ya taraflardan birinin yanında yer alması ya da çatışmanın tamamen dışında kalması gerekiyordu. “Nusayri azınlığın baskısı altında ezilen Sünni çoğunluğun haklı davası” yanında yer almak tercih edildi. Siyasi iktidar bunu ahlaki bir tercih olarak savundu. Onlara göre zaten işin dışında kalmak milli çıkarlarımızın riske atılması olurdu. Oysa buradaki asıl motivasyon savaşın çok kısa sürede sona ereceği ve Esad rejiminin geleceğinin olmadığı öngörüsüydü. Bu sefer Libya’da olduğu gibi denklem dışında kalmak istenmiyordu. Ayrıca Körfezdeki “dostlarımız” müthiş bir baskı uyguluyordu üzerimizde. ABD ise “Siz başlayın, ben arkadan geliyorum” mesajı verip duruyordu.
Bütün bu faktörlerin etkisi sonucunda Suriye’deki kanlı iç savaşa biz de dahil olduk. Buna mukabil, Türkiye’nin bu işin dışında kalmasının hem daha ahlaki bir tutum olacağını hem de bu şekilde davranmakla komşu ülke ve bölge üzerinde daha fazla etki sahibi olabileceğimizi düşünüyordum ben. Benden farklı düşünenleri emperyalizmin maşası olarak da görmüyordum. Bugün gelinen noktada o günlere bakarak “Kim haklı çıktı” değerlendirmesi yapmaya da çalışmıyorum.
Gelgelelim o günlerde Suriye’nin bir iç savaşa sürüklenmesiyle sınırımızın öbür yanında bir “PKK devletinin” oluşması, bunun Türkiye’nin güvenliğine, iç barışına, toplumsal huzuruna etkileri vs. hiç hesaplanmamış ihtimallerdi.
Bize başlangıçta “Ne duruyorsun, Esad’ı devirsene” diyen Körfez monarşileri yalnızca muhaliflere para yardımı yapmakla yetinirken, bizim sahada Rusya ile karşı karşıya gelmemiz de hesaplanmamış bir sonuçtu. Akabinde Rusya ile aramızı düzelteceğiz diye S-400 satın almak gibi tuhaflıkların hem güvenliğimizi riske atacak sonuçlarını hem de ekonomik maliyetini hesaplayan da olmamıştı muhtemelen.
Yorumlar kapalı.